যে ব্যধি আমাদের দিকে আসে
Ben şimdi burada bu ümmete şu veya bu oranda bulaşan bazı ehl-i kitap veya yabancı kaynaklı hastalıklara parmak basacağım. Ta ki, düz yolun yolcusu olan müslümanlar “gazaba uğramışlar” ile “sapıtmışlar”ın tarafına sapmaktan kaçınabilsinler.
Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Kitaplılardan çoğu, gerçeğin ne olduğunu açıkça anladıktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden sizleri imanınızdan ayırıp kâfirliğe döndürmek isterler.” (Bakara: 109)
Cenab-ı Allah bu ayette müslümanların sahip oldukları doğru yolu ve gerçek bilgi birikimini çekemeyen, kıskanan yahudileri kınıyor. Sağımıza solumuza bakarsak bu hastalığın benzerini bu ümmetin bazı ilim ve ibadet adamlarında da görürüz. Böylelerinin Allah'ın kendilerine yararlı ilim ve salih amel bağışladığı bazı dindaşlarını şu veya bu oranda kıskandıkları görülür. Bu kesinlikle kınanmış bir huydur ve buna göre “gazaba uğramışlar”ın hastalıklarından bir parçadır.
Cenab-ı Allah (c.c.) başka bir ayette de şöyle buyuruyor:
“Hiç şüphesiz Allah kendini beğenip övünen kimseleri sevmez. Onlar kendileri cimrilik ettikleri gibi başkalarına da cimri olmayı emrederler ve Allah'ın kendilerine bağışladığını gizlerler.” (Nisa: 37)
Cenab-ı Allah bu ayette sözü geçenleri cimrilikle niteliyor. Bu cimrilik hem bilgi ve hem de mal cimriliğidir. Gerçi daha önceki ayetler, bu ayetteki asıl maksadın ilim cimriliği olduğunu gösteriyor. Nitekim Cenab-ı Allah, bu kimseleri daha başka bir kaç ayette ilimlerini saklamakla kınıyor. Meselâ bu ayetlerden biri şudur:
“Allah kendilerine Kitab verilenlerden “onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz” diye söz almıştı. Fakat onlar vermiş oldukları sözü arkalarına atarak bu kitaba karşılık bir kaç para aldılar. Kitabı satmak karşılığında satın aldıkları ne kadar kötü bir şeydir.” (Âl-i İmran: 187)
Diğer bir ayette de şöyle buyuruluyor:
“İndirdiğimiz açık ayetleri ve doğru bilgiyi, biz Kitab'da insanlara açıkça belirttikten sonra, gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder ve hem de bütün lanet edebilenler lanet ederler.
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başka. Onları affederim. Çünkü ben tevbelerin kabul edicisi ve rahmet sahibiyim.” (Bakara: 159)
Aynı konuda bir diğer ayet de şudur:
“Allah'ın indirdiği Kitab'ı insanlardan gizleyip bir kaç paraya satanlar var ya, onlar midelerine ateşten başka bir şey doldurmuyorlar. Kıyamet günü Allah onlarla ne konuşacak ve nede kendilerini günahlarından arındıracaktır. Onlar için acı hir azab vardır.” (Bakara: 174)
Bir başka ayette de şöyle buyuruluyor:
“Onlar müminlerle karşılaştıklarında inanıyoruz derler. Fakat şeytanları ile başbaşa kaldıkları zaman “Biz aslında sizin yanınızdayız, onlarla sadece alay ediyoruz” derler.” (Bakara: 14)
Görülüyor ki, ayetlerde Cenab-ı Allah “gazaba uğramışları” bilgilerini halktan saklamakla niteliyor. Bu saklamanın sebebi bazan cimrilik, bazan dünyalık bir bedel karşılığında bu görevden yan çizmek ve bazan da açıklanacak bilgilerin söyleyicileri aleyhine koz olarak kullanılabilecekleri tehlikesidir.
Aynı hastalık bu ümmetin bazı ilim adamlarında da görülür. Böyleleri bazan cimrilikleri ve elde ettikleri üstünlüğe başkalarının ulaşmasını istememeleri yüzünden bildiklerini gizlerler.
Kimi zaman bildiğini söylememenin sebebi bu bilgi basamak edilerek, elde edilen mevki ve servettir. Eğer eldeki bilgi başkalarına aktarılacak olursa bu bilgi karşılığında elde edilmiş olan mevki ve servetin elden kaçırılacağından korkulur.
Kimi zaman da bazıları şu yüzden bildiklerini açıklamaktan kaçınırlar. Her hangi bir konuda karşısındakinden farklı düşünüyordur veya her hangi bir görüşüne karşı çıkılan bir guruba bağlıdır. Adam bildiklerini açıklasa karşı tarafa haklılık kazandırıcı bir koz vereceğinden çekindiği için bildiğini saklar, açıklamaktan çekinir. Üstelik karşı tarafın haksız olduğundan, yanlış düşündüğünden emin olmadığı durumlarda böyle yapar.
İşte bu yüzden Abdurrahman b. Mehdî (Büyük imamlardandır. Asıl adı, Abdurrahman bin Mehdî bin Hasan El-Anberî El-Lü'lüî El-Basrî'dir. 135 H.'de doğdu. Selefin büyük imamlarından olduğu gibi, güvenilir hadis alimlerindendir de. Gayet takva bir kişiliğe sahipti. Şafiî: “Dünyada bir benzerine rastlamadım” diyor onun için. Doğum yeri olan Basra'da öldü (H. 198) Bkz. El-Lübab Fî Tehzîb El-Ensâb. İbn Cerir. c. 3, s. 135-136; Ayrıca Bkz. Tehzib El-Tehzîb. İbn Cerir, c. 6, s. 279-281.) şöyle diyor:
“İlim adamları lehlerinde olanı da aleyhlerinde olanı da yazarlar, saklamazlar. Fakat ihtiraslarının zebunu olanlar sadece lehlerine olan şeyleri yazarlar.”
Burada maksadımız konunun detayına girip hangi bilgiyi açıklamak farz ve hangi bilgiyi açıklamak müstahapdır tartışmasına girişmek değildir. Sadece zeki kimselere Allah'ın bağışlayacağı yararlı sonuçları kazandırabilecek ana hatlara değinmek istedik.
Nitekim Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Onlara 'Allah'ın indirdiği gerçeklere inanınız' denildiğinde 'Biz, bize indirilen bilgilere inanırız' diyerek kendilerine indirilen bilgilerden sonrasını inkâr ederler. Oysa o da kendilerine gelen bilgiyi doğrulayan bir gerçektir. De ki, eğer gerçekten inanıyor idi iseniz daha önce niye Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz?” (Bakara: 91)
Bu ayetin iki ayet öncesinde şöyle buyuruluyor:
“Onlara kendi kitaplarını (Tevratı) tasdik edici olarak Allah tarafından bir kitap (Kur'an) gönderildi. Daha önce inkâr edenlere karşı yardım isteyip dururlarken, gerçek olduğunu bilip durdukları bu kitap kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti inkarcıların üzerine olsun!” (Bakara: 89)
Cenab-ı Allah (c.c.) bu ayetlerde yahudilerin Peygamberimiz tarafından tebliğ edilip benimsenmesi istenen ilâhi gerçeği daha önceden bildikleri halde bu gerçek kendi ırklarından olmayan bir peygamber tarafından ortaya atılınca bilip durdukları bu gerçeği kabul etmediler. Onlar sadece kendi ırklarından olan biri tarafından bildirilecek gerçeği kabul edebilirlerdi. Bu yüzden kendi inanç sisteminin gereğine uymaya bile yanaşmıyorlardı.
Bu hastalık, zamanımızda belirli bir ilim ve din gurubuna mensup olan fıkıh ve tasavvuf adamlarında veya Peygamberimiz dışında üstün tutulan dinî bir lidere körü körüne bağlanmış çömezlerde de görülüyor.
(Mutasavvife: Bunlar birtakım sûfı tarikatlerine giren derviş ve mürşidlerdir. Günümüzdeki hiyerarşik şekliyle tasavvuf, İslama yabancı bir metoddur. Müslümanlar arasına sonradan sokuşturulmuş, Allah'ın Kitabında Rasûlüllah'ın Sünnetinde, Sahabi'nin, Tabii'nin, islamın özündeki Selefi Salihin'in yanında hiçbir aslı olmayan bir anlayıştır. Hurafelerle, amelde sözde ve inançta birçok sapmalarla dolu bir bidattir. Günümüzde birçok ülkelerde bu tür inançlara sahip bir çok sûfîlerin bulunduğunu görüyor, duyuyor ve okuyoruz. Çarşı pazarda onların yazdıkları bidatlarla, sapıklıklarla ve şirklerle dolu birçok ünlü kitaplarına tanık oluyoruz. Örnek olması bakımından burada bir takımını zikredelim.
Şarani El-Tabakat El-Kübrâ, 'Nebhâni' Câmi-i Keramet El-Evliya. Nebhani, Şevahid El-Hakk. Tâcânî, Cevahir El-Ma'ani, Kaşânî, Şerh Fusus El-Hikem. Dr. Abdulhalim El-Mahmud, El-Seyyid Ahmed El-bedevî, Dr. Abdulhalim Mahmud, Ebû Medyen El-Gavs, Hayatuhû ve miracuhu ilallahi, Salah Azzam, Aktab El-Tasavvuf El-Selase, Ebî Nasr El-Tûsî, El-Lem'a, daha bir çokları.)
(İttiba El-Firak (Ekollere) uyanlar Bunlara eski çağdan örnek Mutezile, Cehmiye Harici ve Şiiler'dir. Çağımızda ise Milliyetçilik (Irkçılık) Dirilişçilik, Sosyalizm gibi ideolojiler ve çağdaş uydurma dinlerden olan Bahailik, Kadiyanilik gibi dinler mezhepler ve hareketler.)
Böyleleri gurupları tarafından onaylanmamış hiç bir fikhî görüşü, hiç bir rivayetin gerçekliğini kabul etmeye yanaşmazlar. Üstelik bunlar kendi guruplarının gerekli gördüğü amelleri de yapmazlar. Oysa İslâmiyet, Peygamberimiz dışında hiç bir kişiye ve hiçbir belirli zümreye körü körüne bağlanmaksızın gerek ilmî araştırma ve gerekse rivayet alanlarında kayıtsız şartsız olarak gerçeğe, doğruya uymayı gerekli görür.
Cenab-ı Allah (c.c.) “Gazaba uğramışlar” ın başka bir niteliğini şöyle belirtiyor:
“Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri anlamlarının dışına kaydırırlar.” (Nisa: 46)
Bu tutum başka bir ayette de şöyle tanımlanıyor:
“Onlardan bir gurup var ki, uydurdukları sözleri siz Kitab'dan sanasınız diye dillerini kıvırarak konuşurlar. Oysa bu şekilde okudukları sözler aslında Kitab'dan değildir.” (Âl-i İmran: 78)
Tefsircilere göre bu ayetlerde söz konusu olan tahrif (kelimeleri veya kelimelerin anlamlarını değiştirmek) hem ilâhî kaynaklı kelimeleri değiştirmeyi ve hem de bu kelimeleri bile bile yanlış yorumlamayı içerir.
Yorum yolu ile yapılan tahrifin örnekleri gerçekten çoktur ve bu ümmetin bir çok zümreleri bu hastalığın zebunudur. Asıl metni değiştirme anlamındaki tahrife gelince bu sapıklığa düşenler de az değildir. Böyleleri Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) sözlerini değiştirerek asılsız sözde hadisler rivayet etmektedirler. Gerçi yetkili hadis uzmanları bu uydurma hadisleri titizlikle ayıklıyorlar. Böylelerinin bir kısmı, gerçi başaramamışlardır, ama bizzat Kur'an-ı Kerim'i bile tahrif etmeye yeltenerek, meselâ “Vekellemellahu Musa Teklimen” ayetinin son kelimesini “Tekellümen” şeklinde değiştirmeye kalkışmışlardır. (Nisa: 164)
Dinleyicilerde söylenenlerin ilâhî kaynağa dayandığı izlenimini uyandırabilmek için başvurulan “dil kıvırarak” okuma düzenbazlığına gelince buna da bazı vaizlerin Peygamberimize uydurma sözler isnad etmeleri veya sözde haklılıklarını ispat edebilmek için dinde yeri olmayan asılsız deliller ileri sürmeleri örnek olarak gösterilebilir. Bu tutum, hiç şüphesiz yahudi ahlâkının bir örneğidir. Kur'an ve hadisin dikkatli okuyucuları bu tutumun sık sık yerildiğini iyi bilirler. Bu dikkatli okuyucuların söz konusu yerici ifadeleri okuduktan sonra bu ümmetin bazı mensupları tarafından girişilen tahrif olaylarını iman nuru ile gözden geçirmeleri düşündürücü olsa gerektir.
Cenab-ı Allah (c.c.) hristiyanlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor:
“Ey kitablılar (ehl-i kitab) dininiz konusunda aşırılığa düşüp Allah hakkında gerçek dışı sözler söylemeyiniz. Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın sadece bir kulu, Meryem'e sunduğu bir kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur. Allah'a ve peygamberlere inanınız. Sakın “Allah üç tanedir” demeyiniz. Kendi yararınıza olmak üzere bu söze son veriniz. Çünkü Allah Tek bir ilâhdır ve çocuk sahibi olmaktan münezzehdir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O yeterli bir vekil (dayanak) dır.” (Nisa: 171)
Bu konudaki başka bir ayette de şöyle buyuruluyor:
“Allah, Meryem oğlu Mesih'dir, diyenler kâfir oldular. De ki, öyle ise Allah, Meryemoğlu Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olanların tümünü yok etmek istese Allah'a karşı kimin elinde bir şey var? Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan her şey O'nundur. O dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz, Allah her şeye kadirdir.” (Mâide: 17)
Bu anlamdaki ayetlerin sayısı çoktur.
Hemen belirtelim ki, peygamberler ve seçkin kullar (salihler) hakkında aşırı görüşler beslemek, sapık abidler (kendilerini ibadete adayanlar) ile tasavvuf bağlısı bazı zümrelerde de görülen bir hastalıktır. (Tasavvufçular, şeyhlerini ve tarikat büyüklerini Allah'tan başkasına yakıştırılamıyacak niteliklerle niteler ve yüceltirler. Melekut'e (melekler evreni) tasarruf eden oluşları idare eden ve gaybı bilen “Gavslar” diye ad vermekle şirke düşüyorlar. Abdal, Aktab, Evtad diye adlandırmak da bu kabildendir. Onlarla ilgili kitaplar, bu tür unvanlarla doludur. Şanı yüce olan Allah onların bütün bu söylediklerinden büyüktür. Bu bağlamdaki örnekler için bakınız: Câmi-i Keramet El-Evliya, c. 1, s. 69-79; ayrıca bu kitabın yazarının (İbn Teymiye) Mecmu El-Fetava, c. 11, s. 333-345'e bakabilirsiniz.)
Öyle ki, böylelerinin çoğu hulul ve ittihad (Allah'a sızma ve O'nunla bütünleşme) akımları gibi ya hristiyanların iddialarından daha beter, ya aynı veya çok az daha hafif saçmalıklara kapılmışlardır.
Cenab-ı Allah'ın (c.c.) bu konudaki bir başka buyruğuda şöyledir:
“Onlar Allah'ı bir yana bırakarak hahamları ile rahiplerini ilâh edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlara kendisinden başka ibadete layık ilâh olmayan tek Allah'a kulluk etmeleri emredildi. O, onların koştukları ortaklardan münezzehdir .” (Tevbe: 31)
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sahabilerden Adiy b. Hatem'e -Allah ondan razı olsun- bu ayeti açıklarken:
“Hahamlarla rahipler kimi haramları helâl ve kimi helâl şeyleri haram saydılar ve izleyicileri olan ehl-i kitab da bu konularda onlara uymuştur.” buyurmuştur. (Tirmîzi, Kitab, Tefsir El-Kuran, Tevbe suresinin açıklanması bölümü. H. No: 3095, c. 5, s. 278, Tirmîzi, “Bu hadis gariptir” diyor. Ayrıca bkz. Tefsir İbn Cerir El Taberî, Cüz. 10, s. 80-81)
Şimdi düşünelim. Çoğu cahil sofular (abidler) gözlerinde büyüttükleri liderlerin her emrine körü körüne uyarlar. Bu emirler Allah'ın belli bir haramını helâl ve belli bir helâlini haram saymayı içerdikleri durumlarda bile bu böyle oluyor.
Yine Cenab-ı Allah (c.c.) “sapıtmışlar” hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendilerinin uydurdukları ruhbanlığı biz onların üzerine yazmadık. Sırf Allah'ın rızasını kazanmak için bunu onlar ortaya çıkardılar, fakat ona gereği gibi de uymadılar.” (Hadid: 27)
Biz bir çok müslüman zümrelerin Allah tarafından açıkça uydurma olduğu belirtilen bu ruhbanlık akımına kapıldıklarını iyi biliyoruz.
Yine Cenab-ı Allah (c.c.) bir ayette şöyle buyuruyor:
“Bu mücadelede üstün çıkanlar 'Onların mezarları üzerine mutlaka mescid yapalım' dediler.” (Kehf: 21)
Eski devirlerde gerek “gazaba uğramış” yahudiler ve gerekse “sapıtmış” hristiyanlar peygamberlerin ve saygı duydukları ölülerin mezarları üzerinde mabed yaparlardı. Peygamberimiz bir çok kereler bu adeti ümmetine yasakladığı halde, hatta dünyadan ayrılacağı anda bu yasağı pekiştirmiş olmasına rağmen, bu ümmetin bir çok mensupları bu hastalıktan da yakalarını kurtaramamışlardır.
Bu arada “sapıtmışlar” ın dinlerinin ağırlık merkezini çalgı aletlerinin sesleri ile alımlı resimlerle oturttukları görülür. Onlar dini törenlerinde ses çekiciliği ile müzik cazibesi kadar hiç bir şeye önem vermezler. Bazı müslüman zümrelerin bu hastalığa da tutulduklarını görüyoruz.
Çalgı aletleri ve kasideler eşliğinde yapılan sema törenleri, güzel resimlerle güzel seslerden kalbleri heyecana getirmek için yararlanma adetleri hristiyanların bazı geleneklerine özenmekten başka ne anlama gelebilir.?
Yine Cenab-ı Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
'Yahudiler 'Hristiyanlar hiç bir gerçeğe dayanmıyorlar' dediler. Buna karşılık hristiyanlar da Yahudiler hiç bir gerçeğe dayanmıyorlar' dediler...” (Bakara: 113)
Görüldüğü gibi bu ayet yahudiler ile hristiyanların birbirlerini gerçeğe dayanmamakla suçlayarak reddettiklerini belirtiyor. Ne acıdır ki, bazı müslüman kesimlerde aynı hastalık görülür. Meselâ sen bazı fıkıh alimlerinin dervişler (mutasavvıflar) ve sofuları (abidleri) adam yerine koymadıklarını, onları kesinlikle cahil ve sapık saydıklarını, tutturdukları yolun ilim ve gerçekten uzak olduğuna inandıklarını görüyorsun. Buna karşılık bir çok derviş ile sofunun da şeriat ile ilmi boş saydığına hatta bunlarla uğraşanların Allah'dan uzak kaldığına bu kimselerin Allah katında yararlanacakları hiç bir şey elde edemeyeceklerine inandığına rastlıyoruz.
(El-Müftakira: Bunlar kendilerini bilgisizce ibadete veren, kendilerine reva gördükleri muhtaçlıkları açıktan görünen Süfi ve derviş geçinen kimselerdir. Çokluk, uzlete (insanlardan ve dünya işlerinden el etek çekerek ıssız bir köşeye çekilen) çekilirler ya da amaçsız rindane (esrik) gezilere çıkarlar. Şer'î ilmi noksan kabul ederler ve sahibine bir yarar sağlamayan görünürde bir bilgi (zahiri ilim) olarak görürler. Çoğu, aklı kıt kimselerdir. Avamdan bilgisiz bazılarının itikatlarına benzer insanları vardır. Bunlara halk arasında meczup ya da derviş diye ad verilir. Allah'ın sırrını kendilerine verdiğine inanırlar ve kendilerini ehlüllah (Allah ehli) sayarlar... Buna benzer daha birçok batıl inançları vardır. Allah tan kurtuluş ve afiyet isteriz. Geniş bilgi için bakınız: Müellifin Mecmu El-Fetavâ, c.11)
Oysa işin doğrusu şudur:
Gerek bu tarafta ve gerekse o tarafta bulunan Kur'an'a ve Sünnete uygun unsurlar hak ve gerçek buna karşılık gerek bu tarafta ve gerekse o tarafta görülen Kur'an'a ve Sünnete aykırı unsurlar batıldır, boştur.
Müslümanların Bizans'lılara ve eski İran'lılara özenmesine gelince:
İslâm dinini iyi bilen ve olup bitenleri araştıran herkes bilir ki, bu ümmetin adet ve gelenekleri arasına gerek Bizans kültüründen ve gerekse eski İran kültüründen bir çok sözlü ve davranışa dayalı unsurlar karışmıştır.
Burada amacımız gerek “gazaba uğramışlar” ve gerekse “sapıtmışlar” ile bu ümmet arasında meydana gelen benzeşmelerin örneklerini tek tek saymak değildir. Üstelik bu benzeşme örneklerinin bir kısmı ya icdihad yanılgılarından kaynaklandıkları, veya zararlarını karşılayacak oranda yarar sağladıkları için, yahud daha değişik bir gerekçe yüzünden sahihlerini günahkâr olmaktan da uzak tutabilirler.
Bizim asıl amacımız; istisnasız herkesin Sırat-ı Müstakim'e (Dosdoğru yola) iletilmeye kaçınılmaz şekilde muhtaç olduğunun kesinlikle anlaşılmasını ve bunun yanında okuyucunun “sapıklık” gerçeği üzerine dikkatini yoğunlaştırarak bu tehlikeden kaçınılmasını sağlamaktır.