এ যুগের পৌত্তলিকতা
Hamd, yalnızca Allah'adır. O'na hamdeder. Ondan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden O'na sığınırız. Allah kimi hidâyete erdirirse, onu saptıracak yoktur, kimi de saptırırsa, onu hidâyete erdirecek yoktur.
Allah Teâlâ'dan başka ilah olmadığına, O'nun bir olduğuna ve ortağının bulunmadığına şehâdet ederim.Ve Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim.
Bundan sonra:"Muhakkak ki, sözlerin en doğrusu Allah'ın kelâmı, yolların en hayırlısı, Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-'in yoludur. İşlerin en kötüsü ise, sonradan uydurulandır.Sonradan uydurulup dine sokulan her amel bid'at, her bid'at sapıklık, her sapıklık da ateştedir" (Müslim; 867)
Din, insanları kendi irâdesiyle doğru yola çağıran ilâhî, yani Allah Teâlâ tarafından va'z ve teşri' edilmiş bir kanundur. Allah'tan başka din va'z etmeye veya dinin bazı hükümlerini değiştirmeye kimsenin yetkisi yoktur.
Din, insanın ahlâkını düzeltmeyi, vicdanını temizlemeyi, ferdin ve toplumun yararlı olmasını sağlamayı, nihâyet insanın dünya ve âhiret saâdetine kavuşmasını temin etmeyi hedefleyen, bütün maddî kuvvet ve kanunlardan ayrı manevî ve vicdanî bir kanundur.
Dinin, insanın her şeyini bilen, ihtiyacını temin kudretinde olan, dolayısıyla dünya ve âhirette insanı saâdete götürecek yolu gösteren, yalnız bir insanda değil, bütün insanlarda, kainatta mutlak bir tasarruf ve idâre kuvvetine sahip olan Allah Teâlâ tarafından va'z ve teşri' edilmiş olması gerekir.
Din, Allah Teâlâ'nın koyduğu ve peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirdiği esas ve kanunlardır.Allah'tan başka hiçbir kimse, din koymaya yetkili değildir.Bunun için hiç kimse, Allah'ın emri olmayan hiçbir hükmü koyamaz ve hiçbir emir veremez.Allah Teâlâ, peygamberin kendi fikirlerini din diye tebliğ edemeyeceğini kesinlikle beyan etmektedir.
"O, (Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-) arzudan konuşmaz.Onun, (Peygamberin) söylediği vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir." (Necm Sûresi: 3-4)
Din, ilahî bir kanundur.Ancak dünyada birçok dinlerin mevcut olduğunu görüyoruz.Bunların hepsinin hak olduğunu kabul etmek imkansızdır.Zira bu dinler arasında birçok ihtilaflar vardır.Bu ihtilafların hepsi hak olamayacağına göre, birinin hak ve doğru, diğerlerinin bâtıl ve yanlış olması gerekir. O zaman ortaya bir sorun çıkmaktadır: O halde bunların hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ve hangisine uymamız gerektiğini nasıl öğreneceğiz.
Örneğin hıristiyanlığın esası, tevhid akîdesi olduğu halde, bu akîde papazlar tarafından değiştirilerek teslis (üçleme) sekline sokulmuştur.Onlara göre kainâtın yaratıcısı üçtür.Ancak kendileri bile bu üçün kimler olduğunda ittifak edememişlerdir. Kimisine göre Allah, İsa ve Ruhul-Kudüs, kimisine göre Allah, İsa ve İsa'nın anası, Kimisi de yaratıcının yalnız İsa olduğunu, bir kısmı da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddiâ etmişlerdir.
İşte görülmektedir ki böyle bir din gerçek din olmaktan çok uzaktır. Diğer dinler de buna benzer hurâfelerle doldurulup gerçek kimliklerini kaybetmişlerdir. Şu halde bize Allah Teâlâ tarafından gönderilen ve hiçbir değişiklik ve tahrife uğramayan bir din aradığımız zaman karşımızda yalnız İslâm dinini buluruz. Zira Allah Teâlâ tarafından gönderildiği ve Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem- tarafından bize tebliğ edildiği gibi durmaktadır.
İslâm dini, her zaman, her yerde, her ferdin ve her toplumun bünyesine uygun ve dinin her türlü ihtiyaçlarına cevap verir.Şu halde Allah Teâlâ tarafından gönderilmeyen emir ve hükümlerin hiçbirinin İslâm dininde yeri yoktur. Sonradan uydurulup "Din" diye ortaya atılan işleri bizzat Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- reddetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Her kim ki bu işimizde (dininimizde), onda olmayan bir şey ihdas ederse, o şey kendisine reddedilir" (Müslim)
Çünkü dinimizin eksik tarafı yoktur.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Bugün size dininizi tamamladım." (Mâide Sûresi: 3)
Âyet-i Celîlesi ile Cenâb-ı Hak dinin eksik kalmadığını beyân etmektedir. Eğer her uydurulanı din olarak kabul edecek olursak, o zaman din adına hiç birşey kalmaz.O takdirde herkes ayrı bir fikir ileri sürer, bunu din diye kabul ettirmeye çalışır ve her fikir ayrı taraftar bulur, böylelikle sayısız dinler meydana gelmiş olur. Tıpkı günümüzde mezhep ve tarikatların bol olduğu ve birbirleriyle takışmasınlar diye millete hak diye yutturdukları gibi.
Allah Teâlâ:
"Şüphesiz benim dosdoğru olarak yolum budur. Ona uyun ve ayrı yollara uymayın ki sizi onun yolundan ayırıp parçalamasınlar" (En'âm Sûresi:153)
Âyet-i Celilesi ile bizleri İslâm dininde toplanmaya, ayrı ayrı yollara sapmamaya dâvet etmektedir.
Din ve ibâdet işlerinde hiçbir yenilik kabul edilemez.Çünkü o zaman din değişir ve aslına aykırı düşmüş olur.
Mesela, farz olan namazlar beş iken, biz onlara iyi diye altıncı bir farz ilâve edebilir miyiz?
Ramazan orucu iyi diye bir aydan, bir buçuk aya çıkarabilir miyiz? Böyle birşey yaptığımız takdirde bunu asıl çığırından çıkarıp başka bir şekle sokmuş olmuyor muyuz? Ve bu yapılan dini değiştirmek değil midir?
Biz, bize nasıl emredilmişse öyle yapmak zorundayız.
Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
"Dinde uydurulmuş işlerden sakının.Çünkü uydurulmuş her şey bid'attır. Her bid'at sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir." (Müslim; 867)
Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- başka bir hadiste şöyle buyurmaktadır:
"Her kim ki bu işimizde (dininimizde), onda olmayan bir şey ihdas ederse, o şey kendisine reddedilir" (Müslim)
Peygamber-sallallahu aleyhi ve sellem- bid'atleri reddettiği gibi, onun vefâtından sonra arkadaşları da bu yolda titiz davranarak dinden olmayan işlerle mücadele etmişlerdir.
Mesela sahâbenin ileri gelenlerinden Abdullah b. Mes'ud-Allah ondan râzı olsun- bir mescitte akşam namazından sonra cemaatten birinin; şu kadar Subhanallah, şu kadar Elhamdulillah, şu kadar Allahu Ekberr getirirseniz, dediğini ve cemaatin da öyle yaptığını haber almış, bunun üzerine oraya gitmiş, öyle dediklerini işitmiş ve onlara kızarak şöyle demiştir:
"Ben İbni Mes'udum.Sizler bu hareketinizle ya haksız yere bir bid'at getirdiniz, ya da Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-'in ashâbına ilimce üstün geldiniz."
Din, yegâne mercii olan Allah Teâlâ tarafından nasıl bildirilmişse,o şekilde olması gerektir.Şu halde, dine yapılan ilâveler asla din olamaz ve dinin çerçevesini aştığı için insanı helâka götürür.
Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- bir hadiste şöyle buyurmaktadır:
"İfrattan sakının.Çünkü önceki milletlerin helâk olmalarının sebebi, dinde ifratları idi." (Nesai)
Konunun bu aşamasında, müslümanlığın ve İslâm toplumunun sînesinde öyle derin bir yara açan ve tedâvisi hiç de kolay olmayan modern putperestliğe ve tasavvufa biraz değinmek istiyorum. Çünkü bu yara asırlarca açık kalmış, gittikçe derinleşmiş, derinleştikçe de etrafa yayılmış ve nihâyet İslâmiyetin her tarafını sarmıştır.
Bu yara nedir biliyor musunuz?
Tefrika, müslümanları parçalamak, müslümanları gruplara bölmek, ayrı ayrı fikirler etrafında toplamak ve böylece İslâmiyetin muhteşem binasını ve İslâm câmiası içindeki milletlerin milli birlik ve beraberliklerini yıkıp ortadan kaldırmaktır.Derin yara işte budur. İslâmiyetin ilk çağında bütün müslümanlar, Allah Teâlâ'nın:
"Müminler ancak kardeştirler." (Hucurât Sûresi: 10)
Emri etrafında toplanmışlar,
Allah Teâlâ'nın:
"Dini doğrultun ve onda tefrika yapmayın" (Şurâ Sûresi:13)
Emrine sâdık kalmışlar ve Allah Teâlâ'nın:
"Allah'a ve Rasûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin.Aksi halde başarısızlığa uğrarsınız ve kuvvetiniz yok olup gider.Sabredin, şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir" (Enfâl Sûresi: 46)
Emrine inanarak çalışmışlar ve bunun için üstün başarılar sağlamışlardır.
Müslümanların parça parça oldukları, her bir grubun İslâmiyet yerine, ayrı bir tarikat etrafında toplandığını, her birinin ayrı bir akîde ve fikir ortaya attığını, kendi etrafında çoğalmakla uğraştığını, Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem-'in kurduğu İslâm kardeşliği yerine tarikat kardeşliğinin tesis edildiğini ve bu sebeplerden dolayı İslâm birliğinin parçalandığını açıkça görmekteyiz. Câmiye giren yabancı birisinin müslüman olup olmadığını sormaya bile kimsenin yetkisi yok iken; bu kimseler, sevap kazanmak niyetiyle zikirlerine katılmak isteyen saf ve temiz vicdanlı müslümanı hangi hakla "Bizden misin? Değil misin?" diye sorguya çekmektedirler.
İnsanlar put, hayvan, güneş ve yıldızlar gibi maddelere taparlarken, Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- bu inançları yıkmış ve bütün insanları tek bir ilâh olan Allah Teâlâ'ya ibâdet etmeye dâvet ve sevketmiştir. Ne yazık ki tarikatçılar bu esası da bozarak İslâm dinine PUTPERESTLİĞİ tekrar sokmuşlardır. Ama bu putperestlik, cansız putlara tapmak değil de insanları putlaştırıp onlara tapmak olmuştur.Bu modern putperestlik, tarikatlerdeki RÂBITA OLAYIDIR.
Şöyle ki; "Mürit, günlük virdinde (zikrinde) diz çökerek oturur, gözlerini yumar, akıl ve kalbini her şeyden tahliye eder, şeyhini gözü önüne ve hayaline getirip yalnız ve yalnız onu düşünür.O anda bütün ruhu, aklı, şuuru ve kalbiyle şeyhe bağlanır.O kadar ki hayalinde ondan başka birşey yoktur. Kimisi birkaç dakika, kimisi daha fazla, kimisi bir saat, kimisi de saatlerce böyle kalır."
Bu yapılan, putperestliğin tâ kendisi değil midir?
İslâm dininin neresinde böyle birşey vardır?
Sonra bundan maksat nedir?
Onlar, Allah Teâlâ'dan değil de şeyhlerinden korkmaktadırlar.
Bu yapılan amel, Allah Teâlâ'ya ortak koşmak değil midir?
Allah Teâlâ ile kul arasında vasıta ancak dindir.İnsan, Allah Teâlâ'ya kavuşmak ve O'nun rahmetini kazanmak için dine uyar ve emirlerini yerine getirir.İnsana dinini öğreten Peygamber-sallallahu aleyhi ve sellem- ise sadece öğretmendir.
Bazı şeylerin tekellerine aldıkları şeylerden birisi de tevbedir. Onlara göre herkes mutlaka şeyhin yanında tevbe etmek zorundadır.Bunun için tarikata girerek adam önce tevbe ettirilir.Sanki şeyler, Allah Teâlâ'nın vekili imiş gibi. Özellikle zikir ve duâların tamamı, bu şeyhlerin emri altındadır. Tarikata giren bir kimse hangi zikri ve duâyı kaç defa okumak için şeyhten emir aldıktan sonra yalnız onu emrolunduğu kadar okur. Şeyhin izni olmadan okunan zikirler insana fayda vermezmiş.
Bunu insanlara anlatmak, İslâm âlimlerinin en başta gelen görevidir. Bunların toplanıp deflerle, dümbeleklerle, ilâhiler söyleyerek tepinmeleri, bağırmaları, çağırmaları havaya zıplamaları, yorulunca vekillerinin yeter demeleri, bunun üzerine hepsinin durup zikri bitirmeleri tam bir karnavaldır.Bu müritler boş yere yorulmaktan ve tepinmekten başka bir şeye yaramazlar. Zavallılar bu gürültünün, dinin bir emri ve dolayısıyla sevap olduğunu sanmaktadırlar.Bir de bu zikirlerin kadınlarla yapılanı var ki ona hiç girmek istemiyorum.Bir de iyice anlaşılsın diye, bunların çıkardığı Seyyidlik efsanesi yani Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem-'in neslinden gelme iddiâsı onların uydurmalarıdır.
Bu konuda Allah Teâlâ:
"Allah katında makbul olanınız en fazla muttaki olanınızdır" (Hucurat Sûresi: 13)
Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem-:
"Ey Muhammed kızı Fatıma! Ey Abdulmuttalip kızı Safiyye! Ey Abdulmuttalip oğulları! Ben sizin için Allah'tan hiçbir şeye mâlik değilim" (Müslim)
Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem- Vedâ hutbesinde:
"Allah Teâlâ sizin üzerinizden câhiliyet fenâlıklarını, baba ve atalarla öğünmeyi izâle etmiştir.Bütün insanlar, Adem'den ve Adem de topraktan yaratılmıştır" (Tirmizi)
Ancak şeyhler, bu esası da değiştirerek câhil halkı kandırıp Seyyid olduklarını her vesileyle söylerler. Bir de bu şeyhlere verilen ünvanlar vardır ki bu konuya değinmeden geçemiyeceğim.Bu ünvanlar: Gavs, Kutup, Kutbul-fert, Kutbu âlem
Bu gibi ünvanlar, Peygamberimize bile verilmemiştir.Ancak bu şeyler, bu ünvanlara kendilerini lâyık görmüşler, câhil insanlar da Allah Teâlâ'nın ulûhiyyet sıfatlarını bu şeyhlere vermişlerdir.
"Birgün adamın biri Rasûlü Ekrem Efendimize: En hayırlımız, en hayırlımızın oğlu! tarzında hitap etmiş. Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem-: "Ey insanlar Allah'tan korkun ve şeytana uymayın.Ben yalnız Abdullah oğlu Muhammed'im.Allah'ın kuluyum. Allah Teâlâ beni elçilikle şereflendirdi. Bana bundan fazlasıyla tazim göstermenizi istemez." (Ebu Davud)
Sözün özüne dönersek, İslâm dininde tasavvuf ve tarikatçılık diye bir kurum yoktur.Bugün tasavvuf ve tarikatçılık bir meslek haline gelmiştir. Mezhepler nasıl başlı başına bir din halini almışsa, tasavvuf da kendi başına bir dindir ve İslâmiyetle alakası sadece onun içinde gibi gözükmesidir.Kitap ve Sünnette tasavvufla ilgili bize hiçbir şey bildirilmemiştir.Şayet tasavvuf İslâm'dan gelmiş olsaydı, Hindistan ve İran'dan değil de, Mekke ve Medine'den çıkardı. Bu konuda ne kadar yazı yazılsa azdır. Burada tasavvuf tuzağına yakalanan yani şirke düşen bütün ihsanlara sesleniyorum:
Gelin dininizi, Allah Teâlâ'nın kitabı Kur-an'ı Kerim'den ve Allah Rasûlü-sallallahu aleyhi ve sellem-'in sahih hadislerinden öğreniniz.
Peygamberimiz-sallallahu aleyhi ve sellem- Veda haccında irad ettiği meşhur hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Size öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldıkça asla dalâlete sapmazsınız.Bu da Allah'ın kitabıdır." (Buhari)
Yine başka bir hadiste şöyle buyurmuştur:
"Size iki şey bırakıyorum. Bu iki şeye sımsıkı bağlandığınız müddetçe asla doğru yoldan sapıtmazsınız.Bu iki şey, Allah'ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir". (Muvatta)
Allah Teâlâ da bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ey îmân edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığında Allah'a ve Rasûlüne icâbet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekte O'na götürülüp toplanacaksınız" (Enfal Sûresi: 24)